Category Archives: Yaşam Öyküleri
Barış Belgeselleri Kolektifi: 10 Ekim’de Yitirdiklerimizi Birlikte Yaşatalım
Bizler, 10 Ekim Ankara Katliamı’nın hemen sonrasında Metin Yeğin’in çağrısına kulak veren katliamda yitirdiğimiz dostlarımızın birer sayı değil, insan olduğunu hatırlatan filmler ve belgeseller yapmak isteyen bir dayanışma grubuyuz. İstanbul, Ankara, İzmir, Antep, Konya, Edirne ve Kocaeli’nden bir araya gelen, Ankara Katliamı’nın unutulmaması için çalışan gönüllüleriz.
Barış Belgeselleri Kolektifi olarak her birimiz kendi perspektifimizle yitirdiğimiz tüm canlar için birer belgesel film yapmayı hedefliyoruz. İzleyicilerin gördükleri yaşam öyküleri ile kendilerini özdeşleştirmelerini umuyoruz.
Faillerin esas amacının bizde çaresizlik ve yılgınlık yaratmak olduğunu biliyor, onlara inat, dostlarımızı unutmayarak onların yaşamlarına ilişkin filmler yapıyoruz. Aynı zamanda bu yolla kolektif üretim biçimlerini örgütleyebileceğimize inanıyoruz. Amacımız normalleştirilen şiddet ortamına karşı barış için örgütlenmek; korkutma, yıldırma ve yalnızlaştırma politikaları karşısında dayanışmayı örgütlemek; yazılı ve görsel medya yoluyla sürekli empoze edilen yalanlara karşı doğruyu üretmek; karanlığa karşı aydınlığı savunmak ve katledilen canları yaptığımız belgesellerle yaşatmak.
Kolektif olarak logo ve internet sayfası için çalışmalarımız sürüyor. Hepimiz belgeselci değiliz ve yeni gönüllülerden de böyle bir beklentimiz yok. Herkes yeteneğine göre eylemliliğimize katkı sunabilir. Şu an Ankara Katliamı’nda kaybettiğimiz 38 arkadaşımız için çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Belgesellerin bazılarının çekimleri devam ediyor, bazıları ise kurgu aşamasında. Henüz yitirdiklerimizin çoğunun yaşam öykülerine dokunamadık. Bu yüzden belgesel yapmak isteyen birçok gönüllüye ihtiyacımız var.
Gelin siz de kolektif üretim sürecimizin bir parçası olun ve yitirdiklerimizi beraber yaşatalım!
Barış Belgeselleri Kolektifi
İletişim İçin:
Gökhan Çakır: 0553 458 9664
Facebook: www.facebook.com/Barış-Belgeselleri-Kolektifi
On Ekim Dayanışması:
Twitter: @onekim15
Facebook: https://www.facebook.com/onekimdayanismasi
E-Posta: onekimdayanismasi@gmail.com
Tel: 0546 594 82 15
Ankara katliamında hayatını kaybeden Sevgi Öztekin; yaşamın anlamını hep dayanışmada arayan kadın!
Ankara’da insanı mutluluk yanılgısına düşürebilecek kadar parlak bir kış güneşi var. Mutlu olmak için bir neden yok hâlbuki. Sevgi Öztekin’in Tuzluçayır’da eşi ve oğluyla yaşadığı evin kapısındayım.
Dört başı mamur bir ev burası. Girişinde terlikleri, holünde akvaryumu, salonunda meyve tabağı var. Sevgi Hanım’ın fotomontajla eline kırmızı karanfil iliştirilmiş fotoğrafı ile göz göze geliyorum. Anısını yaşatmak için duvara asılmış bir fotoğraf. Her şeyi yerli yerinde olan bu hanenin tek kadını, bu evin “direği” yok aramızda şimdi.
Başkalarının acılarını çeken insanlar vardır. Sevgi Öztekin için anlatılanları dinledikçe o insanlardan biri olduğunu anlıyorum.
Liseyi dışarıdan bitiren Sevgi Hanım, özel sektörde çalışmış bir süre ancak sonra çalışmayı bırakmış. İçine sinen bir iş bulamamış.
Eşi Zeki Yılmaz Öztekin ile Alevi ve sol kimliğiyle bilinen Tuzluçayır semtinde tanışmışlar. Önce dost, sonra hayat arkadaşı olmuşlar birbirlerine. Aslen Ankara’nın Beypazarı ilçesine bağlı Sarayköy’den olan Sevgi Hanım, gününün çoğunu evde geçiriyormuş. Yaşlılık nedeniyle görme sorunu yaşayan doksan yaşındaki annesine bakıyormuş bir yandan da.
Bir dönemin siyasi tutuklusu olan ağabeyi Selahattin Geniş ile cezaevi günlerinde sıklıkla mektuplaşırlarmış. “Eşim o süreçte sol değerleri benimseyen bir insandı. Ben de sendikalı bir işçiyim. Bizler bu mahallenin çocuklarıyız” diyor Zeki Bey.
Sevgi Öztekin yaşamın anlamını hep dayanışmada aramış. Tuzluçayır’da kocası eve uğramayan, yoksul bir hamile varmış. Kadının sahipsiz haline çok üzülen Sevgi Hanım bir gün bir komşusunun tavuğunu alıp ona götürmüş. “Sen şimdi tavuğun butlarını kocana saklarsın, saklama” diye tembihlemeyi de ihmal etmemiş. Yirmi dokuz yıllık arkadaşı Nebahat Atila, “tavuk hırsızı” diye takılmış bir süre kardeş bellediği dostuna.
İki can arkadaş iki sene önce Munzur Festivali için gittikleri Dersim’de saatlerce dağlarda dolaşmış. Boşaltılan köyleri, evleri gezmişler beraber. Sevgi Hanım, “Bildiğimizi sanıyorduk ama hiçbir şey bilmiyormuşuz” diye içlenmiş. Dersim’de yaşananlar için o güne dek yüreğinde büyüttüğü acı, yaşanılanlara tanıklık edince katmerlenmiş.
Kullanıldığı evlerde ihtiyaç duyulmayan çocuk kıyafetlerini biriktirir, topladığı giysileri Ulucanlar Cezaevi’ndeki kadınlar koğuşuna bırakırmış. Burada yatan bir tanıdığı olduğundan değil ama… Cezaevinde anneleriyle kalan çocuklara dokunmak istermiş.
Bazen de sokakta yaşayan hasta köpekleri toplayıp veterinere götürürmüş. Tedavileri tamamlanana kadar da evlerinin kömürlüğünde misafir edermiş onları.
“Üretme noktasında ev, insanı körelten bir şey. Dünya Barış Günü, 1 Mayıs, Denizler’in anması… Hepimizden önce en önde koşarak o giderdi. Yaşama sevincini artırıyordu bu tür şeyler.”
Kimi zaman sinirli, çoğu zaman dobra, her zaman tez canlı… Zeki Bey’in de anlattığı gibi, ev ortamı bunaltırmış Sevgi Hanım’ı. Siyasi dayanışma ise ev işlerinden sıyrılıp nefes alabildiği tek alanmış. Çamaşırdan, yemekten, ütüden ve daha birçok ev yükünden arta kalan zamanında hayatına oksijen takviyesi sağlayan toplumsal mücadele nedeniyle bir gün nefessiz kalacağını nereden bilebilirdi ki?
Sevgi Öztekin bilememişti belki ama içine doğanlar olmuş sanki. Ağabeyi Selahattin Bey’den dinliyorum: “Halamın oğlu var. Az ilerideki marketin önünde karşılaşmışlar bir gün. ‘Yaşlandın artık, biraz bu işlerden uzak dur’ demiş Sevgi’ye. Suruç Katliamı’ndan sonra kaygı duymuş demek ki… O da, ‘Bu işler bizim için aşk gibidir. Nasıl bırakayım’ demiş. Beni de etkileyen bir cevaptı bu.”
F tipi cezaevlerinin gündeme gelmesi ile başlayan ölüm oruçları sırasında Wernicke-Korsakoff hastalarına evinin kapılarını açmış Sevgi Hanım. Dört duvar arasında gizlice sürdürülen bir dayanışma yürütmüşler. O zamanlar arabası olmadığı için çevresinde müsait olan herhangi bir aracı kaptığı gibi her sabah soluğu ölüme yatanlara destek olmak için Numune Hastanesi kapısında alırmış. Arabası olduktan sonra da ihtiyacı olan mahalleliyi istediği yere getirip götürmeye başlamış. Özellikle mahalleden dışarı adımını atmamış kadınları gezdirmeyi çok severmiş.
Dayanışma arzusunu evdekilerden de esirgememiş elbet. Zeki Bey’i Harb-İş Sendikası’nda başlattığı mücadelede yalnız bırakmamış. Henüz bebek olan oğlu Barış’la eşitlik mücadelesi için koşturduğu günler olmuş.
Barış… Sevgi Hanım’ın tek çocuğu, “her şeyden çok sevdiği” biricik oğlu… Yakışıklı, başarılı, kibar, sessiz, dalyan gibi bir genç adam… ODTÜ’de siyaset okuyan bir öğrenci. Henüz 19 yaşında. Siması birebir annesine benziyor. Sevgi Öztekin, 1996’da dünyaya getirdiği oğlunun ismini kendisi koymuş. Varlığıyla yaşadığı topraklara barış getirsin istemiş. Bir çocuk doğurarak bu çirkin, kötü ve acımasız gezegene meydan okumak istemiş. Barış umudunu çocuğunun adında, çocuğunda yaşatmak istemiş. “Adım Barış, annemin adı Sevgi. Bu isimler sadece bir isimden ibaret değiller.” Böyle not düşmüş Barış, annesini kaybettiği zaman.
Üniversite sınavına hazırlanırken annesiyle hayata dair kaygılarını paylaşmış bir gün Barış. Kariyer, maddi gelir gibi hayata atılma evresinde olan her gencin taşıdığı endişelerden bahsetmiş ona. “Bunların hiçbiri önemli değil” demiş Sevgi Hanım. “İyi bir insan ol. Ahlâklı bir insan ol. Karakterli insan olmak en önemlisi” diye nasihat vermiş oğluna.
Babasının acı haberi vermek için ilk ulaştığı kişi, oğlu olmuş. O da babası ve sevdiğini kaybeden her can gibi ölümü kabullenmekte zorlanmış. Ne isimler birtakım harflerden ibaret ne de yaşadıklarımız tesadüften…
10 Ekim Barış Mitingi için Sevgi Hanım, günler öncesinden hazırlıklara başlamış. Çok heyecan duymuş, içi içine sığmamış. Eşi Zeki Bey’le, her zaman olduğu gibi yine herhangi bir kurum ya da örgüt flaması altında değil, bireysel olarak katılım göstermeyi planlamışlar. Ancak Sevgi Hanım’ın coşkusundan bu kez erkenden varmak istemişler alana. Yol üstünde gördükleri ilk Halkevleri otobüsünü çevirmişler. O gün hayatlarında ilk kez bir kitle otobüsüyle miting alanına gitmişler: “Ege mahallesinden gelen otobüse bindik. Bizim mahalleden kalkan otobüsü kaçırdık sanmıştık. Meğer kaçırmamışız. Anlık bir şey… Biraz daha erken ya da geç çıksak o otobüste bulunmayacaktık.”
Gar tarafında toplanan arkadaşlarına telefon etmişler. Kalabalığı yararak grubun yanına ulaşmayı başarmışlar. Telefonu kapattıkları an ilk patlama gerçekleşmiş. Derken ikinci uğultu… O an, el elelermiş.
“Kurşun adres sormuyor, ta nereden nereyi buluyor.” Derin bir iç çekiş, birkaç saniyelik soluklanma… “Eşime baktım. ‘Hadi kalk, buradan uzaklaşalım’ dedim. Meğer o sıra can veriyormuş…”
Mermilerin teğet geçtiği Zeki Bey, kronik akciğer hastası olan eşine yanındaki nefes açıcı spreyi sıkmış, yüzüne bolca su serpmiş. “O an öldüğünü konduramadım demek…”
O sırada müdahale için yanlarına bir hekim gelmiş. Kalp masajı yapmış ama nafile… Daha fazla yapacak bir şey olmadığı için diğer yaralıların yanına gitmiş sonra. O doktor, yaralıların çoğuna ilk müdahalede bulunan Adli Tıp Uzmanı Prof. Dr. Ümit Biçer…
Zeki Bey eşinin başucunda beklerken bir ekip daha gelmiş. Onların çabaları da sonuçsuz kalmış. “O ekip de gidince, orada kalakaldık öyle…” Ve birden fazla cenazenin bulunduğu araçların kapısında sıraya girdiği Adli Tıp Kurumu…
“Üzerinde kırmızı mont vardı, bu Sevgi değil” diye çınlayan bir ses… Bu ses, aileyi daha da perişan etmemek için “Üç parçacık ciğerlerini örselemiş” diyerek otopsisine girdiği Sevgi Öztekin’in durumunu kocasına anlatmaya çalışan Ümit Hoca’nın… Onca hoyratlık içinde inceliği elden bırakmayan Biçer’in “örselemek” kelimesi hep aklında Zeki Bey’in.
“Kırmızı yakışırdı kendine, ondan çok severdi.” Eşinin birkaç fotoğrafını göstermek üzere cep telefonunu eline alırken böyle diyor. O kırmızı montu ile gülümsediği bir kareye bakıyoruz. Bir diğerinde kırmızı pantolonuyla piknik alanında sohbet ediyor. Kırmızı yakışıyor Sevgi Hanım’a.
Utanarak, “Nasılsınız” diye sormayı başarıyorum. Anlamsız bir soru. Daha ağzımı kapamadan bin pişman oluyorum: “Kendimi iyi hissetmiyorum Burcu ya…” Bu anlamsız soruyla Zeki Bey’in dışarıya kapattığı kalbini bir iki dakikalığına da olsa açmış gibi hissediyorum. Zeki Bey konuşmaya başladığımızdan beri bana ilk kez ismimle hitap ediyor. Öncesinden tanışıklığımız olmaması nedeniyle kendiliğinden araya örülmüş mesafe duvarını yıkan bir hitap şekli bu… Belki onu anladığımı gösterecek şekilde kafamı bir aşağı bir yukarı sallamışımdır, hatırlamıyorum. Konuşmaya başladığımızdan beri ilk kez bu kadar derin ve uzun içini çekiyor: “Hayat hiç beklemediğimiz bir şeyi önümüze çıkardı. Bizim için çok erken bir kayıp oldu. Tabii yüzlerce insan öldü, tabii bu toplumsal bir süreç… Ama başına geldiğine lanet yağdırıyorsun.”
Yirmi beş yıldır beraber olduğu, 1993 yılında evlendiği eşinden ayrı düşen Zeki Bey, iki aydır işe gitmiyor. Olay günü sırtını iki mermi sıyırıp geçmiş. Sırtındaki yara kapanmış ama ruhundaki zor… İş güç gözünde değil. Oğluna bakmak için odadan ayrılıyor. Oturduğum koltuğun sağına düşen duvardan Nâzım Hikmet’in “Vasiyet” şiiri, olup bitene tercümanmış gibi göz kırpıyor:
“Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani, – öyle gibi de görünüyor – Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni
ve de uyarına gelirse,
tepemde bir de çınar olursa
taş maş da istemez hani…”
Barış bugün hasta, üşütmüş azıcık. Onu hastaneye götürmek için aşağı ineceğiz birazdan. Yola çıkmadan önce Sevgi Öztekin hakkında birkaç soru daha sormak istiyorum. Müzik sever miydi mesela? Hangi şarkıları dinlediğini merak ediyorum: “Türküleri severdi, dilinden hiç düşmezdi. Ruhi Su’yu çok severdi. ‘İnsan hile yapar mı/Kapı bir komşusuna…”
Ölümler, haksızlıklar karşısında bu en sevdiği türküyü bağıra bağıra söylermiş. 9 Ekim’de, yani mitingden bir gün önce, en yakın arkadaşı Nebahat Atila ile yaptıkları telefon görüşmesinde yine o iki dizeyi çığırmış: “İnsan hile yapar mı/Kapı bir komşusuna…”
Ruhi Su, Sevgi Hanım’ın vazgeçilmeziymiş. “Şarap ya da rakı, balık ve Ruhi Su…” Sevgi Öztekin, Atila’ya dostluklarını anlatmak istediği zaman kurduğu bu cümleyi şöyle tamamlarmış: “Bir de sen… Başka bir şey olmasa da olur.”
Sofraları meşhurmuş Sevgi Hanım’ın. Konuk ağırlamayı çok severmiş. Onun evi, çat kapı gidilen evlerdenmiş. Şehir dışından Ankara’ya gelenler, hangi kapıyı çalacağını pekalâ bilirmiş. Gönlü geniş olanın evi de geniş olur.
“Gönlüne sığan herkes evine sığardı.” Böyle söylüyor Nebahat Hanım…
Öztekin ailesi ile vedalaştıktan sonra Sevgi Hanım’ın o en sevdiği Bilecik türküsünü açıyorum. Ruhi Su’nun sesi, dingin bir su gibi çınlıyor kulaklarımda:
“Söğüt’ün erenleri Çağırın gidenleri…”
Arkadaşlarının Kaleminden 10 Ekim’de Hayatını Kaybeden CHP Malatya Gençlik Kolları Üyeleri
Berivan Durmuş: Yazıma nasıl başlayacağımı bilmiyorum. İnanın çok zor bir durum… 10 kişiyi, 10 Can’ımı size nasıl anlatabilirim, duygularımı hangi cümleler ifade eder bilmiyorum. Mehmet Ali Kılıç dersem göğsümün ortasına yumruk yer gibi olurum, Gözde Aslan dersem nefes alamam, Gülbahar Aydeniz dersem gözlerim dolar, Mehmet Hayta dersem, ellerim titrer, Eren Akın dersem tebessüm eder, Sezen Vurmaz dersem yüreğim sızlar, Onur ve Umut Tan dersem gözlerim dalar, Kasım Otur dersem gözyaşım damlar, Canberk Bakış dersem kulaklarım çınlar. Ve ben onları hatırlar kendimden geçerim. Ardından bu fotoğrafa bakar saatlerce ağlarım. Onları size sözlerle anlatamam bağışlayın beni….
Latif Duran: Doğduk bir anadan yaşıyoruz, gideceğiz bir başka anaya toprak anaya. Doğum ile ölüm arası yaşam denilen o kısım Ankara da ölen kardeşim Mehmet Ali Kılıç’ın dediği gibi “gözünü açıyorsun doğdu diyorlar, kapatıyorsun öldü diyorlar,bu iki göz kırpışı arasındaki süreye yaşam diyorlar.” İşte ben bu iki göz kırması arasında tanıdım onları. Birçok devrimci gibi benimde bu memleketin halklarının kardeşliğine daha özgür bir dünya ideali gibi kardeşçe insanca idealler peşinde koşarken benle birlikte aynı ideallere koşan insanlardı onlar. Onlar benim yol arkadaşlarımdı,öldüler. Mehmet Ali Kılıç’ın adı geçmişken hemen ilave edeyim Mehmet Ali öldü terörist dediler. Bundan birkaç ay önce geldi askerden Mehmet Ali kısa dönem yapıp gelecekti askerliğini. Sınırda askerdi benim aslan kardeşim üstelik askerliği bitmesine rağmen bulunduğu karakolda sağlıkçı yok diye kardeşim fedakarlık yapıp altı ay daha uzatmıştı askerliğini. Askerliğini bedelli yapanlar başladı en önce ona terörist demeye. Kandan korkardı Mehmet Ali kardeşim şarapnel parçalarıyla kanlar içinde öldü. On yaşında anasız kalmıştı Mehmet Ali içindeki hüzün yüzüne vuracaktı her şeye gülüp geçecekti artık. Hiç yüzünden eksilmedi gülmek. Birde Mehmet Hayta kardeşim var benim, onu da aldılar bizden. Henüz 96 doğumluydu. Abi derdi ben bu ülkenin bayrağını dalgalandıracağım marşını okutacağım Avrupa’da. Mehmet Hayta kardeşim sporcuydu. Nerde bir haksızlık görse yaşından büyük cümleler kurardı. Abisinden dinledim çocukken de öyleymiş abisinin kıyafetlerini sokakta ki çocuklara dağıtıp dönmüş. Sonrada abisine “sen utanmıyor musun bu kadar yoksul varken sen bu kadar fazladan kıyafet almaya” demiş. Ha birde evinin eşyalarını öğrenci arkadaşlarına çok defa götürmüştür. Nerde bir haksızlık görse bunlar nasıl insanlar der sitemini ederdi benim temiz yürekli kardeşim. Birde Eren Akın var ki yüzünden gülümsemesi eksik olmayan kardeşim. Çok gülüyorsun çok mutlusun derdik, “henüz dişleriniz varken gülün derdi.” Yaşı küçüktü ama nerde insana, bir canlıya el uzatılacaksa Eren’in ellerini görmeyeceğiniz yer yoktu. Bir bakmışsın okul boyuyor, bir bakmışsın kitap topluyor, kütüphane için yada slogan atıyor kapanacak bir fabrika için veya ezilen bir halk için sokaklarda ölen insanlar için, karışan memleketi için. Birde gözdemiz var Gözde Aslan. Soyadı gibiydi çok defa görmüşümdür havaya kalkan bir sol yumrukla aslan gibi slogan atan Gözde’yi. Takılırdı bize “bu kız halimle sesim hepinizden gür çıkıyor hadi bağırın be” der tüm kalabalığı sesiyle toplardı. Gece yarıları afiş çalışmasında elinde fırçayla da görürdünüz sabah bize kahvaltı hazırlarken de. Birde Gülbahar ablam var benim, Gülbahar Aydeniz. Gelinlik çağdaydı ablam, tabutuna örttük mezarına serdik gelindiğini. Bir bakmışsın küçük bir çocuğu seviyor onla çocuk oluyor, bir bakmışsın koca koca adamlara nasihat veriyor memleket elden gidiyor hepimiz bir şey yapmalıyız diyor. Gülbahar ablam ömrümün baharında öldü. Onlar Ankara’ya memlekette bu kadar insan ölürken barış mitingi olurda gidilmez mi gidilmezse ayıp değil mi diyerek 7 Haziran seçimlerinden bu yana ölen ve öncesinde haksızlıkla zulümle ezilen dışlanan öldürülen insanlar için barış için gittiler. Onlar barış isterken öldüler.
Gencecik yaşlarında toprak oldular ama düşünceleri idealleri gömüldükleri yerden filiz verdi işte şimdi onlar sonsuza dek yaşayacaklar..
Amcası’nın Dilinden Ümit Seylan
SİYAH-BEYAZ TUTKUSU, RENKLİ HAYALLERİ VE BARIŞA DAİR “ÜMİT”LERİ VARDI…
Siyah beyaz tonuydun toy bir masumiyetin
Ama kurbanı oldun toplu bir cinayetin…
Koşacaktın soluksuz daha hayallerine
Nasıl da bıraktılar ölümü ellerine…
Futbolu oynamayı tutku derecesinde seviyordu ve küçüklüğünden beri tuttuğu takım olan Beşiktaş’a adeta aşıktı. Ankara’ya Eylülün 20’sinde gelmişti. En büyük hayallerinden biri Beşiktaş maçını stadyumda izlemekti, öyle söylemişti İhsan amcasına… Bir gün sonra Beşiktaş – Gençlerbirliği maçı vardı ve amcası şartları zorlayarak iki bilet buldu. Sevinç ve heyecanla izlediği bu maçta çektirmişti gazetelerde ve internette kullanılan kartal pençeli, siyah beyaz formalı fotoğrafını.
“Bugün, günlerden Beşiktaş” diye paylaşım yapmıştı stattan. Tosic’in kendi kalesine attığı golle üzülmüş, Gökhan Töre’yle teselli bulmuştu…
Ankara’daki odasında da Beşiktaş atkısı asılıydı… İhtimal o günde gözlerini açtığında ilk önce onu gördü karşısında… Ve belki de son bakışıydı o, siyah beyaz aşkına…
O, Erzurum’un faşizan ikliminden kaçıp Ankara’nın çok sesliliğine sığınmıştı. 18 Haziranda “İlk ‘niye oruç tutmuyorsun’ vakası Erzurum’dan” haberinin altına, “faşizm kokuyorsun Erzurum!” diye yazarak paylaşmıştı. Eğitim hayatı boyunca iliklerine kadar hissettiği faşizmin en kanlı yüzünü Ankara’da göreceğinden habersiz…
Bir diğer paylaşımında: “Çocuklar, kırmızıyı sadece güllerde, karanfillerde bilmeli. Bedenlerinde değil …” diye yazmıştı 29 Haziran 2015’te. Sanki akıbetini görürcesine… Yazık ki o da bedeninde gördü kırmızıyı, güllere ve karanfillere doyamadan!
Bir ‘aydınlı’k sabaha uyanmıştık seninle
Daha dün gibi sanki minicik bedeninle
Kucak dolusu ‘Ümit’ sarmıştı hanemizi
Yürekleri sarmıştı sevincin en temizi
Derken tırmandın sonra çocukluk yokuşunu
Yetişkin bir edayla boyadın duruşunu
Ümit, 20 Aralık 1996’da doğdu Erzurum’un Tekman ilçesinin Aydınlı (Rez) köyünde. Mahrumiyetlerin, zorlukların ve imkansızlıkların hüküm sürdüğü bir coğrafyada en çok ihtiyaç duyulan şey olacak ki adını “Ümit” koydular. Çok sevimli bir çocuktu ve özellikle dedesinin göz bebeğiydi. İlkokulu köyde, birleştirilmiş sınıflarda okudu. Üçüncü sınıftayken anne ve babası Erzurum merkeze taşındı fakat babaannesi “bari çocukları götürmeyin” diye ısrar etti ve Ümit ile abisi Ömer’i göndermek istemedi. Onlar da “anne” diye seslendikleri babaanne ve dedelerinden ayrılmayarak ilkokulu köyde bitirdiler. Read More
Feyyat Deniz
Feyyat Deniz Temmuz 2014’te akciğer kanseri tanısı aldığında doktorlar üç ay yaşar dedi. Fakat Deniz direndi inandı ve başardı. Pozitifliğiyle içindeki insan sevgisiyle kanseri yendi, onca kemoterapiden onca acıdan sonra rahat edeceği yeniden yaşamaya başlayacağı zamanda Ankara Katliamında hayatını kaybetti.
Tek istediği akan kanın durması, barışın sağlanması ve kardeşçe yaşanmasıydı.
“Bu ülke hepimizin, birlikte yaşamayı öğreneceğiz” derdi bunu öğretmek yolunda barış yolunda canını verdi. 50 yıl Diyarbakır’da yaşayıp burnu bile kanamayan Feyyat Deniz tedavi için taşındığı Ankara’da canlı bombanın kurbanı oldu. Deniz, 12 Ekim’de Amed’de omuzlar üstünde binler tarafından defnedildi.